Sevilen yazar Serhat Kaya ile Bekleme Odası romanıyla 54. Orhan Kemal Roman Armağanı’nda yarışacak olmasını, kitaplarını ve hayatı konuştuk.
Merhaba Serhat Bey, öncelikle yeni kitabınızdan ötürü tebrik ediyoruz. Kişisel Gelişim, Deneme ve Roman gibi son zamanların en çok okunan 3 kitap türünde de yayımlanmış kitaplarınız var. Sizin için en çok hangi türde kitap yazmak keyifli oluyor?
Merhaba, çok zarifsiniz teşekkür ederim. Buna çok düşünmeden ve kolayca Roman diyebilirim, çünkü Felsefeyle birlikte okumayı en sevdiğim tür benim için Roman’dır. Dolayısıyla Roman türünde yazmaktan, yeni karakterler oluşturmaktan keyif alıyorum.
Kitaplarda kullandığınız karakterleri gerçek hayatın içindeki insanlardan mı seçiyorsunuz yoksa kendiniz sıfırdan yeni profiller mi yaratıyorsunuz?
Buna hayattan öykünmeden kendi içimde yaratıyorum cevabını veren yazar ya da yazarlar her kim olursa olsun onları çok samimi bulmayacağımı en başında söylemeliyim. Ama şu var ki doğrudan tanıdığım, gördüğüm ya da temas ettiğim insanları olduğu gibi ya da değiştirerek kitaplarımda kurgulayarak asla kullanmıyorum. Sadece yaşamın içinde varlığına temas ettiğimde farklı duyguları olan ve bu duyguları taşıyan farklı insanları sanıyorum ki biraz hızlı fark ediyorum. Böyle olunca o insanların yaşanmışlıklarına dair kiminin yüzünde oluşan hayat izlerini, kimininse beden dilleri üzerinden onlarla konuşmasam da bana bir dolu şey anlatıyor. Ve bir hikâye ya da kurgu olarak yazma yolculuğuna çıktığım herhangi bir roman yazma yolculuğum sırasında, o daha önce gördüğüm, duygularını fark ettiğim profiller yeniden aklıma geliyor ve bu sefer benimle konuşmamış, yaşadıklarını bana ya da başkalarına anlatamamış, hatta yılgınlıktan uzun zamanlar susmuş insanları zihnimin çekmecelerinde onları doğru anlatacak cümlelerle konuşturmaya başlıyorum. Bu bazen Bekleme Odası’ndaki gibi bana uzak olan bir merkezde, Parisli biri düşkün ve Portekizli bir gezgin karakteriyle olurken, bazense kendi yurdumun bir şehrinde, birçoğumuzun tanıdığı, bildiği bir mahallede yaşayan adı başka, memleketi başka olan bir kadının hikâyesi olarak Romanımda ete kemiğe bürünüyor.
Büyük yazarlar çok düşünen, çok sorgulayan insanlardır. Bu kadar düşünmek ve sonra düşündüklerinizi herkesin anlayabileceği bir forma sokup zihninizde derleyip kâğıda dökmek çok yorucu değil mi?Benden bahsedeceksek, bana kolayca yazar denilmesini bile hazmedememişken, büyük yazarlardan ve onların hissettiklerini kendi üzerimde düşünmem ve onların yaşadıkları ile kendi yaşadıklarımı kıyaslamam çok sağlıklı olmayacaktır. Bugün Tolstoy, Bulgakov, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Livaneli, Stendhal gibi her biri edebiyat mucizesi olan isimlere literatürde “yazar” denilirken, bana en fazla “yazan” denmesinin daha yerinde olacağına inanıyorum. Evet, burada olduğu gibi bir röportajda ya da bir haber de adımın önüne yazar tanımı konulmaya devam edecek, bunu biliyorum ve bu garip değil, lakin sizin derinlikli sorunuza sanki çok büyük bir yazarmışım edasıyla yanıt vermem en başta beni üzer. Sorunuza bir yazan olarak yanıt vermem gerekirse, benim için yazmak biraz konuşmak, biraz dışa vurmak, biraz da sayıklamak gibi oluyor. Gördüğüm ve hissettiğim birçok şeyin içimde bir yerlerde sanki yüklendiğim duyguları incelten, konsantre hale getiren bir çeşit katalizör tarafından süzüldüğünü ve en sade haliyle daha derli toplu olarak kitaplar üzerinde yeniden dışarıya çıktığını düşünüyorum.
Kitaplarınızla ilgili ne gibi okur dönüşleri alıyorsunuz ve yeni bir kitap yazarken bir önceki kitabınızda aldığınız geri bildirimler sizi ne kadar etkiliyor?
Genellikle okuyanına keyif veren kitaplar yazabildiğimi görmek mutluluk verici ama yazarken bunun olmasını hedefleyerek, yani birilerini mutlu etmek ya da bir şeyler düşünmelerini sağlamaya şartlanarak yazdığım söylenemez. Eğer öyle olsaydı ortaya çıkan bana dair tüm doğallıklar kaybolabilirdi. Yazdığım kitaplar birbirinin devamı niteliği taşımıyor; hikayeler, zamanlar, anlatılar iğneden ipliğe varana kadar hep farklı. Dolayısıyla herhangi bir kitabımdaki okur hissedişleri, yeni bir kitabı kaleme alırken beni motive ya da demotive etmiyor.
Yazarken beğenilme güdüsünün etkisi altında kaldığınız oluyor mu ve buna bağlı olarak gelecekte TV ve Sinema için de senaryo yazma planlarınız var mı?
Şunu belirtmek isterim, hiçbir zaman çok beğenilmesi için bir şey yazmadım, sadece bu nedenle bile sorunuza paralel güncel TV dizileri için gelen senaryo tekliflerine kapalı olduğumu söyleyebilirim. Anlık heyecanları ve hızlı tüketilen duyguları çok az olan bir insanım, hüznümün ve mutluluğumun kendi içimde hissedilişi hep uzun soluklu oluyor. Böyle olunca haftalık ya da birkaç aylık bir iş için yazmaya iştahlanmıyorum. Ancak Film senaryosu olabilir, çünkü geçmişte kısa ve uzun metraj film senaryoları yazdım ve bu yazma süreçleri bana hep kendimi iyi hissettirdi, mutluluk verdi.
Zihninizi nelerle besliyorsunuz ve siz kimleri okumayı seviyorsunuz?
Yazmak adına “şuradan” besleniyorum diyebileceğim bir şey gerçekten yok, hatta öylesine yok ki okuduğum bir cümlelerden etkilenmeyi geçtim, beğendiğim yazarların bana geçebilecek duygusundan etkilenmemek, okuduğum bir kitapta ya da izlediğim bir filmdeki kuvvetli bir hissin zihnime veya gönlüme ataçlanıp orada uzunca bir süre kalabilecek olmasına engel olmak adına yeni bir kitap yazarken çok daha az farklı okuma yapıyor ve yine çok az görsel içerik izliyorum. Diğer zamanlarda, yani yazmadığım süreçlerde ise yeni yazarların kitaplarını okuduğum ve geçmişte okumaktan keyif aldığım, bana geçen bazı eserleri tekrar elime aldığım da oluyor. Mesela Yaşar Kemal, Gabriel Garcia Marquez, Pessoa, Zülfü Livaneli, Steinbeck ve Tanpınar’ın kitapları sıkça geri dönüp yeniden okuduğum kitaplar oluyor.
Gerçekten yeni zaman yazarlarını okuyor musunuz ve okuduklarınız hakkında neler düşünüyorsunuz?Kesinlikle okuyorum çünkü özellikle bir 20 yıl geriye kadar gidince aklıma gelen son yıllarda kitaplarıyla öne çıkan isimlerin hepsi benim çağdaşım. Kırklı yaşlardayım ve onlarla tarihsel açıdan aynı sorunlara ve benzer uyarıcılara maruz kaldım, kalmaya da devam edeceğim. Dolayısıyla toplumun karşı karşıya kaldığı ortak bir sorunun benim üzerimdeki etkisi kadar, başkalarının üzerindeki etkisini yakından görmek, başka bir yorumla ve farklı perspektiflerden yapılmış yeni değerlendirmeleri duymayı yararlı ve geliştirici buluyorum. Başka insanların güçlüklerle nasıl başa çıktıklarını ya da çuvallamalarını önce nasıl içselleştirdiklerini ve sonra tekrar nasıl ayağa kalktıklarına tanıklık etmek benim için yaşarken sınıfında öğrencisi olmaya devam ettiğim adeta bir okul gibi olabiliyor.
Özellikle deneme türünde yazdıklarınızı okuyanların kaleminizi F. Pessoa’ya benzettiklerini görüyoruz, buna katılıyor musunuz?
Pessoa kalemini beğendiğim, özgün ve Edebiyat Dünyası için büyük bir yazar. Bu benzetilme benim için elbette övünç olur, lakin şahsen kalemlerimizin çok benzediğini düşünmüyorum. Metinsel olarak zaten hiç benzemiyoruz. Çünkü Pessoa, arkasında sübjektifliği fazla ve ifade ediliş biçimi çok keskin olan, derinlikli ve daha çok kişisel hisler içeren metinler bırakmış büyük bir yazar. Deneme türünde yazarken Pessoa’ya göre ben çok daha sarkastik ifadesi ve uzun cümleleri bol olan metinler ortaya çıkaran bir kalemim olduğunu düşünüyorum. Fakat yine de okur tarafındaki düşünceye ve hissiyata yorumumla müdahale etmeye çalışmam doğru olmayacaktır, onlar öyle görüyor ve benzetiyorlarsa az evvel söylediğim gibi bu durum benim için övünç kaynağıdır.
Yeni romanınız Bekleme Odası 2025’te birçok edebiyat yarışmasında değerlendirilecek. Samimiyetinize güvenerek soruyorum, kitabınızı değerlendiren jüri üyelerinden birisi de siz olsaydınız kitabınızı bu ödüle layık görür müydünüz?
Bu sorunuza, yine tüm sorularınızda olduğu gibi gerçek ve samimi bir yanıt verebilmem için Bekleme Odası’nın da değerlendirileceği tüm yarışmalardaki diğer kitapları da okumuş olmam gerekir diye düşünüyorum. Kitabıma dair samimi bir değerlendirme yapmam gerekirse, birçok romanla arasındaki en güçlü ayırt edici özelliğin, günümüzde birçok konu ve olgudan ötürü zihni yorgun olan okuru hiç yormadan 200 sayfa üzerinde bir metni sadece tek bir gecede okuyup bitirmesini kolaylaştıracak kadar kolay anlaşılır ve sindirilir bir dille yazıyor olduğuma inanıyorum. Ancak peki ya yarışmalardaki diğer kitaplar acaba nasıllar? Kim bilir ne kadar büyük emeklerle bezelidirler ve şu an benim de henüz okumadığım özel hikayeler vardır içlerinde. Hiçbir yarışma için ne dün, ne de bugün iddialı konuşmadım, gelecekte de konuşacağımı sanmıyorum ama mesela kendi yazdığım, tamamen bana ait olan kitapları kendi adıma objektif olarak değerlendirirken içtenlikle şunu söyleyebilirim; 3 yıl önce yayımlanan Azad adlı romanım ve son kitabım Bekleme Odası sinemaya uyarlanacak olsa izlenme rekorları kırar ve gönüllere işler. Bir Konservatuvarlı olarak özellikle Azad’ın toplumsal belleğimizde en az Eşkıya filmi kadar derin ve kalıcı bir yer edinebileceğini düşünüyorum.
Serhat Bey, bizim için çok güzel bir söyleşi oldu, söyleşinin sizin sayenizde bir tiyatro salonunda olması da ayrıca başka bir keyifti. Kapanışı da size bırakalım ve gönlünüzden geçenleri dilediğiniz gibi bizimle paylaşın.
Benim için de hem anlamlı ve hem de yaratıcı soruların muhatabı edildiğim keyifli bir buluşma oldu, teşekkür ediyorum. Son söylenenler daha çok akılda kalır, aynı iyi filmlerin finallerinin seyircinin hafızasında kalışı misali. “İyi bir filmin kusurları olması gerekir. Hayat gibi, insanlar gibi” demiştir Fellini. Büyük yönetmen haksız sayılmaz. Bu sözü alıp kendi hayatı üzerinde yorumlayacaklar çıkacaktır, bu da kötü bir şey değil ama onlara buradan şunu söylemek istiyorum; evet kusurlar da hayata, yani yaşanmışlıklara dahildir, lakin kusur koleksiyonu yaparcasına sürekli yanlış kararlardan kurulu bir hayat da yaşatmamalı insan kendisine. Belki sayıca daha az ama mutlaka niteliği yüksek, gerçek bir hayat amacına sahip insanlar kümesinde yaşamaya devam edebiliyor olmayı talep etmek, sanki hepimiz için daha az kusur içerecek ve daha faydalı olacaktır. Bugün geldiğimiz noktada yapaylığın hemen hemen her konuda zirveye çıktığı, birçok hissedişimizin algılarla tasarlandığı ve insanın doğrudan hayatını etkileyecek majör konularda kendi iradesiyle seçimler yapmasının bile neredeyse sürekli manipüle edildiği bir çağdayız. Gösterilen yüzlerin filtreli, ev ilanlarında odaların büyütüldüğü, çok satanların sırf satması istendiği için rafta öne çıkartıldığı, acıların bile alçakça köpürtüldüğü, maddeden manaya birçok şeyin koca bir aldatmaca olduğu bu çağı ve haliyle bu Dünyayı hep birlikte yarattık. Ne diyelim hepimizin eline sağlık(!) artık sonuçlarına da katlanacağız, umarım kollektif bir bilinç geliştirir ve bizden sonraki nesiller için daha yaşanılabilir bir Dünya miras bırakabilmek için yeniden heyecan duyar ve el ele verip bu uğurda çaba göstermeye tekrar iştahlanırız. Anlattıklarımın sizlerin vesilesiyle anlayana ve anlamak isteyen güzel insanlara ulaşması dileğiyle, sevgi ve umutla.
*****
✎ Mutfağınızın olmazsa olmazı her ürün Karaca’da!